16 Ağustos 2025

İçinde bulunduğumuz coğrafya, her geçen gün daha derin bir sosyal çürümeye teslim oluyor. İnsanların öfkesi, doğaya, hayvanlara ve en çok da kendi hemcinslerine zarar veriyor. Sabrın sınırlandığı, her anın hızla tüketildiği bir çağdayız; trafik ışıkları kırmızıdan sarıya, sarıdan yeşile geçerken beklenen o saniyelik sabrı bile kaybetmiş olanlar, önündekini itip geçmeyi küçük bir zafer gibi görenler, kahve almak için sıraya girerken bir adım önde olmayı kazanç sayanlar… Her hareket bir hesap, her bakış bir yarış.

Gülümsemek neredeyse suç, iyilik neredeyse masum bir hatıra. Kötülerin sesi yükseliyor, yalnızlık derinleşiyor ve en yakınımıza bile güven duygumuzu yitirmiş durumdayız. İnsan, kendi küçük kazançları uğruna empatiyi, sabrı ve insanlığı bir bir unuturken, medeniyet adına kocaman bir utançla yaşıyoruz bu topraklarda.

Şairin dediği gibi:
“Burası dünya yahu, burası bu kadar işte.” 

11 Ağustos 2025

-İnsan ilişkilerinde en çok nerede hata yapıyoruz?
Karnımızdan konuşuyoruz. Çünkü biz Şarklıyız.
Bu coğrafyanın bize böyle bir armağanı var.
Direkt konuşmayız; düşüncelerimizi yüzüne samimiyetle söylemekten imtina ederiz.
“Mış gibi” yaparız.
Ve bu mutlaka hem karşıdakine hem de bize zarar olarak döner.
Kimi zaman keder, kimi zaman travmatik bir biçimde… Yaralar yani.

Hâlâ kendimde yakaladığım pek çok şey var. Kendimde en çok şikâyet ettiğim konu, herhalde bu “karnımdan konuşma” meselesinden vazgeçememek. Ara sıra, varsayarak ve “zaten öyle olması lazım, değil mi?” diyerek hareket etmek kolay geliyor sanki.

09 Ağustos 2025

Hiçbi’ şeyden çekmedi dünyada nasırdan çektiği kadar.
Hatta,
Çirkin yaratıldığından bile o kadar müteessir değildi.
Kundurası vurmadığı zamanlarda anmazdı ama Allah'ın adını.
Günahkâr da sayılmazdı.
Yazık oldu Süleyman Efendi’ye.
Mesele falan değildi öyle,
“To be or not to be” kendisi için.
Bir akşam uyudu,
Uyanmıyıverdi.
Aldılar, götürdüler,
Yıkandı, namazı kılındı, gömüldü.
Duysalar öldüğünü alacaklılar,
Haklarını helal ederler elbet.
Alacağına gelince,
Alacağı yoktu zaten rahmetlinin.
Tüfeği depoya koydular,
Esvabını başkasına verdiler.
Artık ne torbasında ekmek kırıntısı,
Ne matarasında dudaklarının izi.
Öyle bir rüzgâr ki,
Kendi gitti.
İsmi bile kalmadı yadigâr.
Yalnız şu beyit kaldı kahve ocağında,
El yazısıyla:
“Ölüm Allah’ın emri,
Ayrılık olmasaydı.”

08 Ağustos 2025

“Festina lente” diye bir söz var, Latinceden geliyor: “Yavaş yavaş acele et.”
Aceleyle düşünüp hızlıca harekete geçmek, çoğu zaman insanı pişman edebilir. Oysa yavaş adımlar atmak, sonucunu kabullenmek ve o yolda emin ilerlemek bambaşka bir durum.

İnsanın hayatta bir hedefi olmalı. Ancak o hedefe koşarak değil, ufak ufak, sindire sindire gitmeli. Zira hızlı kararlar bazen öyle bir duvara çarptırır ki, toparlanman uzun sürebilir.
Uzun vadede, amacına doğru yavaş ama kararlı yürürsen, bir gün mutlaka varırsın.
Belki de hayatın kendisi, o hedefi aramakla geçiyor. Ama bulduğunda, geriye dönüp baktığında her adımın ne kadar anlamlı olduğunu fark ediyorsun.

Hız bizi varış noktasına götürür; sabır ise orada kalmamızı sağlar.



06 Ağustos 2025

Bizde bir şey var…
Bilemedik mi geçemiyoruz. “Dur bakayım bunda bir hikmet vardır” diye diye, cevabı bulamasak da kendimize bir anlam çıkarmaya çalışıyoruz.
Boş bırakmıyoruz yani.
Soru orada öylece kalınca içimiz rahat etmiyor. Çünkü bazen cevabı bilmekten çok, “Niye bunu yaşıyorum?”u anlamak istiyoruz.
O yüzden de her yara bir öğretmen, her boşluk bir arayış bizde.
Ama şunu yeni yeni fark ediyorum: Kenara çekilmek de bir bilgelik. Her şeyin içine koşarak dalmamak, her yanıtın peşinden nefessiz gitmemek.
Bazen durmak, bir adım geri çekilmek… İşte o zaman zamanın o hırpalayan tarafı da seni ıskalamaya başlıyor. Çünkü sürekli içinde olunca zaman da seni yoğuruyor, yontuyor, harcıyor. Ama kenarda durunca… Bi’ nefes alıyorsun. Bi’ sakinlik geliyor.
Ve anlıyorsun: Her şeyi anlamak zorunda değilsin.
Bazı şeyler sessizce geçip gitsin. Bazen de “anlamadım ama tamam” diyebilmek lazım.
Zaten en son, anlam dediğin şey de gelip seni buluyor bir şekilde.
Çok da kasmaya gerek yokmuş meğer.

04 Ağustos 2025

Sözler keskinleştiğinde, en çok sevdiğimizin kalbine nişan alırız. Çünkü onun en kırılgan, en savunmasız yerlerini en iyi biz biliriz. Ne yazık ki, bu bilgi çoğu zaman şefkat için değil, en derin yaraları açmak için kullanılır. O anlarda, en değerli özelliklerimiz bile değersizleşir, en kıymetli yanlarımız bile acı vermek için araç olur. Bir anlık üstünlük uğruna, yıllarca kapanmayacak yaralar açarız. Çünkü bazen kazanmak, aslında kaybetmektir. İlişki bir savaş meydanı değil, iyileşmenin alanıdır. Kelimelerimiz ya yıkar, ya da onarır.
Seçim bizim. Kırmak mı, onarmak mı? 



21 Temmuz 2025

Ormanda bir ağaç yanmaya başladığında, diğerleri de bu durumu hissedermiş. Sesle değil, dumanla değil; kökleriyle, yeraltındaki görünmeyen ağlarla... Tehlikeyi hisseder ve birbirini uyarırlarmış. Sessiz bir dayanışmadır bu. Gövdesi ayrı olan canlıların, ruhu bir olan birliği…
Ağaçlar, bizden daha az teknolojiye sahip aslında. Ama bizden daha çok bağlılar birbirlerine. Çünkü onlar ayrı olmadıklarını bilirler. Komşu ağacın yanışı, kendi sonlarının habercisidir. Bu yüzden bir ağaç yanarken, diğerleri susmaz; savunmaya geçer. Orman olmak bunu gerektirir.

İnsan ise her geçen gün daha çok konuşup, daha az anlamaya başlıyor. Bağlantı kurmanın bu kadar kolay olduğu bir çağda, bağ kurmak bu kadar zor. Ekranlar var, kulaklıklar var, platformlar, uygulamalar, hatta yapay zekalar… Ama ne yazık ki ne köklerimiz kaldı ne de toprağımız. Betonun üstünde, birbirine değmeden yaşıyor insan. Yanı başında bir hayat yanarken, gözünü başka bir yere çeviriyor. Acıya dokunmuyor; çünkü artık acı bulaşıcı değil, yalnızca rahatsız edici bir bildirim sesi gibi.

Oysa biz de bir ormandık bir zamanlar. Birbirimizin gözünün içine baktığımızda, kendi içimizi görürdük. Şimdi bakmıyoruz bile. Herkes kendi yangınıyla baş başa kalmış, ama kimse kökleriyle konuşmuyor.
Belki de yeniden öğrenmemiz gereken şey teknoloji değil, toprağın dili. Köklerin nasıl dokunduğunu, bir acının nasıl paylaşıldığını, susarak da nasıl konuşulabildiğini hatırlamak gerek. Çünkü gerçek iletişim sessizlikte başlar. Ve bir orman, ancak ağaçları birbirine ses olmaya devam ederse yaşar.
Belki de insanlık da ancak o zaman kurtulabilir:
Kendi köklerine döndüğümüzde.

08 Temmuz 2025

“Bahse girme gerekseydi, tek kırılamayan zincir, çocuk sahibi olmaktan korkuyordu. Bir çocuktan bir aşıktan kurtulur gibi sıyrılınmaz. Ve her gün size bunu anımsatır.”

19 Haziran 2025

Dünyada o kadar çok ses var ki kendi sesimizi kaybettik; artık duymaz hale geldik. Ve en kötüsü de, bu durumun farkında olmayışımız. Her yeni güne uyandığımızda zamanı yenmeye çalışıyoruz. Gün boyunca bir şeylere yetişmeye, gecikmemeye, zamanı kontrol etmeye uğraşıyoruz. Ama sonunda kenara çekilip durup baktığımızda, zamana kaybeden hep biz olmuşuz. Hem kendi sesimizi yitirmişiz hem de zamanı yakalayamamışız. En sessiz çığlık belki de budur: kendimize yabancılaşmak, uzaklaşmak ve bunu fark edememek.

12 Haziran 2025

Ait olmadığın, ancak içsel olarak kısa süreli bir huzur bulduğun bir coğrafyaya gerçekten ait olup olmadığını insan nasıl anlar? Yoksa komşunun çimeni bize her zaman, kaçmaya çalıştığımız yerden daha mı yeşil görünür?

04 Haziran 2025

İnsan değişir, dönüşür. Bazen fark etmeden, bazen sarsılarak. 
Her şeyden emin olsaydık, öğrenemezdik.
Belirsizlikler büyütür bizi, kayboldukça kendimize yaklaşırız. "Çünkü insan, keşfedilmemiş tek adadır." Dışarıdan bakıldığında basit görünür ama içinde ormanlar, derin mağaralar, saklı kıyılar vardır. Kendine çıktığın yolculuk, en uzun olanıdır. Ve her adımda biraz daha kendine benzersin.

03 Haziran 2025

Bir cezaevinde, bir mapushane avlusunda / güneşli bir günde başını göğe kaldırmak / cellatları ürkütmelidir.

02 Haziran 2025

…Ve belki de en önemlisi: büyümek, olanı olduğu gibi kabul edebilmek; hayatın akışına direnmeden, onunla birlikte akmayı öğrenmektir. Geçmişi değiştirme çabasından vazgeçip, şimdiye kök salmak ve geleceğe karşı yumuşak bir cesaretle durabilmektir.

Fakat insanın varoluşunu asıl derinleştiren şey, yanında yürüyen bir başka bilinçtir. Yanımda yaşadığım insanın kalbime dokunuşu, yalnızca bir eşlik değil; bir aynalanmadır. Onunla birlikte büyümek, aynı zaman çizgisinde olgunlaşmak; zamana birlikte meydan okuyabilmektir.

Hayatı birlikte düşünmek, birlikte hissetmek, dünyayı iki ayrı bedende ama tek bir yürekle algılayabilmektir. Kimi zaman bir bakış, kimi zaman bir dokunuşla dile gelmeyen şeyleri anlamak... Bu, sadece paylaşmak değil; birlikte var olmaktır.

O yüzden geçmişe değil, şimdiye bakmayı seçiyorum.

Çünkü gerçek zaman, birlikte hissedilen andır.

Ve insan, en çok yanında gerçekten "olan"la tamamlanır. 

40'a Dair.

09 Mayıs 2025

Belki de en büyük yanılgımız, birbirimizi dinlediğimizi sanmak. Oysa çoğu zaman sadece kendi cevabımızı hazırlarken susuyoruz. Dinlemediğimiz için anlamıyoruz; anlamadığımız için de hep yanlış yerde arıyoruz doğruları.

02 Mayıs 2025

Hayatta bazen neyi nasıl dengeye oturtmamız gerektiğini bulmak gerçekten zor olabiliyor. Hangi duyguyu ne kadar yaşayacağız, hangi kararı ne zaman vereceğiz, neyin peşinden gideceğiz… Bütün bu sorular bazen insanı içinden çıkılması güç bir denklem gibi sarıyor. Hele ki yalnızsan, bu denge işi bir noktadan sonra bir tür akrobasiye dönüşebiliyor.
Ama sonra bir sabah, her şeye birlikte gülebildiğin, hayatın cilveleriyle birlikte dalga geçebildiğin biriyle uyanıyorsun. Uyandığında göz göze geldiğinizde, hiçbir şey söylemeden anlaştığınız birinin varlığıyla güne başlıyorsun. İşte o zaman fark ediyorsun ki bu hayata 1-0 değil, belki de birkaç gol farkla önde başlamışsın.
Bunun kıymetini bilmek, herhangi bir maddi ölçüyle ifade edilemeyecek kadar özel bir şey. Çünkü bazı insanlar sadece hayatına girmez; huzur getirir. Kahkahalarında, sessizliğinde, hatta sadece varlıklarında bile bir denge saklıdır. Onlar yanındaysa dünya biraz daha az karmaşık, sabahlar biraz daha anlamlıdır.
Ve böyle birini bulduysan hayatında, bazen evrene küçük bir teşekkür yollamayı da unutmamalı. Hani şöyle sessizce:
"Eyvallah evren… Bu sefer güzel denk geldi."

20 Nisan 2025

Geçmişin sıcaklığına duyulan özlem, bugünün soğuk yüzüne tutunamamak… Alışamamak sadece zamana değil; dayatılan değerlere, hızla değişen anlamlara da. Bir şarkının mırıldandığı çocukluk anısı, bir sokak lezzetinin taşıdığı mahalle kokusu… Bunlar artık birer sığınak gibi: basit, ama derin.
Bazı coğrafyalar için dünya sadece zor değil, aynı zamanda unutkan. En temel hakların bile tesadüflere emanet olduğu bir yer burası. Günlük hayatın bile sürekli yeniden inşa edilmesi gereken bir mücadeleye dönüştüğü, dengeden çok belirsizliğin sabit olduğu topraklar…
Peki bu girdaptan nasıl çıkarız?

18 Mart 2025

Bu dünya, hiçbir sabahın aynı uyanışla gelmediği bir yer artık…
İnsan, tutunduğu dalın kırılacağını bile bile rüzgâra güvenmek zorunda.

04 Mart 2025

Her gün aynı döngü… Sabah gözlerimi açtığım anda zihnimde beliren yapılacaklar listesi, bildirimlerle dolup taşan telefon ekranı, ardı arkası kesilmeyen e-postalar… Hep meşgulüm. Herkes meşgul. Sanki koşturmadığımız anlarda eksik kalacağız, geri düşeceğiz. Ama gerçekten bir yere varıyor muyuz?

Meşguliyetin bir statüye dönüştüğü bir çağda yaşıyoruz. Ne kadar meşgulsek, o kadar önemli olduğumuza inanıyoruz. "Vakit yok" cümlesi, bir tür madalya gibi taşınıyor artık. Oysa bu kadar hız, bu kadar acele bize gerçekten ne kazandırıyor?

Sürekli bir yerlere yetişmeye çalışıyoruz ama nereye? Sokakta hızla yürüyen insanlara bakıyorum; yüzlerindeki gerginlik, sabırsızlık, önündekinin bir an önce çekilmesini isteyen bakışlar… Trafikte, işyerinde, market sırasındaki telaş… Sadece kendi işimizin hemen çözülmesini istiyoruz, başkalarının aciliyetine tahammülümüz yok. Herkes öncelikli, herkesin işi en önemli. Ama bu hengâmenin içinde kendimize ve başkalarına gerçekten zaman ayırabiliyor muyuz?

Belki de yanlış sorular soruyoruz. Daha hızlı olmak yerine, daha bilinçli olabilir miyiz? İşleri yetiştirme telaşı yerine, gerçekten anlamlı bir şeyler yapmayı deneyebilir miyiz? Sahi, her şeyin hızlandığı bu dünyada, zaman kazanmak adına kaybettiklerimizi hiç düşündük mü?

Hayatı bir aciliyetler bütünü olarak yaşamak yerine, anları değerli kılmayı öğrenebilir miyiz? Zira bazen en büyük ilerleme, durup düşünmektir. Belki de gerçek mesele zaman yönetimi değil, anlam yönetimidir…

18 Şubat 2025

"Çok özensiz, çok hadsiz bir dünyanın ortasındayız. Herkes her şeyi, her an söyleyebilir ve hemen hızlıca vazgeçebilir!"

03 Şubat 2025

Şehirler hızla değişiyor, binalar yıkılıyor, sokaklar başka şekillere bürünüyor, eski dükkanların yerini zincir mağazalar alıyor. Çocukken oynadığım boş arsanın yerini şimdi bir Çocuk Cezaevi almış (Geçmişin çocukları, şimdi kapalı duvarlar ardında bir başka hayatla yüzleşiyor). Köşedeki kahvehane kapanmış, yerine bir kargo şubesi açılmış… Anılarımızdaki şehirle yaşadığımız şehir arasındaki mesafe her geçen gün büyüyor.
Belki de bu yüzden kök salamıyoruz; çünkü toprağımız her gün yer değiştiriyor. Hafızamızda kalan sokakları, eski evleri, komşularımızın seslerini bir gün geri döneriz diye saklıyoruz ama döndüğümüzde hiçbir şey bıraktığımız gibi değil. Kent, hafızasız bir organizma gibi; geçmişin izlerini silip sürekli kendini yeniliyor.
Ama belki de kök salmak, fiziksel mekanlarla değil de anılarımızı, insanları ve hisleri sahiplenmekle ilgilidir. Bir şehre değil, bir zamana ait hissediyoruz belki de.

31 Ocak 2025

İçinde bulunduğumuz coğrafya, her yeni günle birlikte insan ruhuna yeni bir yük bindiriyor. Adaletin, vicdanın ve insan hayatının değersizleştirildiği bu sistemde, insan yalnızca fiziksel olarak değil, ruhsal ve zihinsel olarak da tükeniyor. Liyakatsizlik, ahlaki çöküntü ve sorumsuzluk, adeta bir sis bulutu gibi her yeri kaplamış durumda. Bu sisin içinde yolunu bulmaya çalışan birey, bir çıkış kapısı arıyor, fakat nereye baksa duvarlarla karşılaşıyor.

İnsan, varoluşunun temelinde yalnızca sevdiklerine tutunarak yaşamamalı. Hayat, yalnızca birkaç özel insana bağlı bir ipten ibaret olmamalı. Zira bu, hayata karşı pasif bir duruş, varoluşun yükünü sadece dışsal unsurlara bağlamak olur. Oysa insanın nefes alabilmesi için, nefes alabildiği bir dünyaya da ihtiyacı var. Adaletin olduğu bir toplumda, güvenin tesis edildiği bir düzende, umudun boş bir hayale dönüşmediği bir yaşamda, insan kendini var edebilir.
Ancak günümüzde bireyin omuzlarına yüklenen yükler, onu giderek bir tükenmişlik sendromuna sürüklüyor. Çevresindeki yozlaşmış düzenle savaşmak, erdemin bir anlam ifade etmediği bir dünyada dürüst kalmaya çalışmak, sürekli bir nefes darlığı yaratıyor. Nereye dönse, insani değerleri hiçe sayan bir anlayışla karşılaşıyor. İhmal, vurdumduymazlık ve çıkarcılık, toplumsal düzenin yeni normları haline gelmiş durumda. Bu normların içine doğan, bunlarla mücadele etmeye çalışan kişi ise, günbegün biraz daha eksiliyor.

09 Ocak 2025

İnsan, bazen bir anıya hapsolur. O anıyı hatırladıkça yeniden yaşar, unuttukça yeniden ölür.
Yarın Yapayalnız

06 Ocak 2025

"İnsanın bazen kendini korumak için sevdiğini uzağa koyması gerek. Yakınlık, zordur. Sorular getirir. Uzaklık ise hem korur hem de merak ettirir. Sevdiklerimizi uzaktan sevmek, çoğu zaman hayatta kalmanın tek yoludur.”