Eskiden yılın bitmesini beklerdik. Takvim değişirdi, sanki hayat da değişecekmiş gibi bir his. Belki çocukluk saflığıydı, belki de insanın içindeki o başına buyruk umut… Yeni yıl demek, yeni bir sayfa demekti. Bir önceki yılın ağırlığını, kırgınlığını, yorgunluğunu koparıp atacakmışız gibi. “Belki bu yıl daha iyi olur” demek bile insana güç verirdi.
Şimdi ise yıllar birbirine karışıyor. Günün, haftanın, ayın ne önemi var? Sorsan herkes bir belirsizlikten, bitmeyen bir yorgunluktan bahsediyor. Yeni yıl gelsin ya da eski yıl bitsin… Hiçbirinin bir anlamı kalmadı. Geleceğe dair kurduğumuz o küçük ihtimaller yavaş yavaş geride kayboluyor. Hayal kurmayı bıraktığımız anda, zaman da sadece akıp giden bir suya dönüşüyor: nereye gittiğini bilmeden bizi sürükleyen bir akış.
İnsan sadece nefes alan bir canlı değil. İnsanı insan yapan şey, yarını düşünebilmesi. Bir plan kurmak, bir ihtimal düşünmek, içten içe “bu sefer belki olur” demek… Bunlar küçük limanlar aslında. Gün içindeki bütün koşuşturmayı, çileyi, sorumluluğu taşımamızı sağlayan şey; bugün yaşadıklarımız değil, yarınla ilgili taşıdığımız ihtimaller.
Ve belki de coğrafya gerçekten kaderdir.