12 Eylül 2025

“Sosyal çürüme” dediğimiz şey aslında bir anda yaşanan büyük bir yıkım değil; gündelik hayatın küçük anlarında, görmezden gelinen kırılmalarda kendini gösteriyor. Bağıranın işini daha çabuk yaptırdığı, sırada sabırla bekleyen kişinin “enayi” muamelesi gördüğü, “rica ederim” yerine kaba bir tonda söylenen sözlerin normalleştiği her anda bu toplumun dokusunun biraz daha aşındığını görüyorum. Nezaket, incelik ve kibarlık güçsüzlükle eş tutulurken; nobranlık ve kabalık ise adeta bir iş bitiricilik gibi sunuluyor.
Oysa benim için nezaket asla güçsüzlük değil. Tam tersine, kişinin kendine ve karşısındakine duyduğu saygının en görünür halidir. Asıl güç, öfkesini dizginleyebilmek, kırmadan konuşabilmek, haklıyla haksızı bağırarak değil, olgunlukla ayırt edebilmektir. Ama biz kısa vadeli kazanımlar uğruna kaba kuvveti ödüllendirdikçe, uzun vadede güvenimizi, işbirliğimizi ve birlikte yaşam kültürümüzü kaybediyoruz.
Bugün bu topraklarda nezaketin değersizleşmesi, hepimizi içine çeken bir kısır döngü yaratıyor. İnsanlar ben de kaba olayım ki ezilmeyeyim diyerek bu düzeni yeniden üretmeye başlıyor. Normlar tersyüz oluyor, güven eriyor, kurallar işlemez hale geliyor. Ve günün sonunda kimse kazanmıyor; aksine hepimiz kaybediyoruz.

08 Eylül 2025

Çalışma hayatı, zamanla insanın içine sinen bir gölgeye dönüşüyor. Her gün aynı masaya oturmak, aynı cümleleri kurmak, aynı telaşın peşinden koşmak… Bir noktadan sonra sadece iş değil, insan da kendini tekrar etmeye başlıyor.
Uzun yıllar aynı yerde kalmak bazen güven duygusu verirken, bazen de yavaş yavaş içten içe tükenmeye sebep oluyor. Asıl sorun işin kendisi değil; işin içinde kendimizi yenileyememek. Çünkü insan, değişmeyen düzenin içinde değişmeyi unutursa, günün sonunda kendi sesini de kaybediyor.
Belki de yapılması gereken, yeni bir yol bulmak değil; bildiğimiz yolun üzerinde farklı bir adım atmayı hatırlamaktır.

01 Eylül 2025

Hayatımız bazen birbirine eklemlenen rutinlerin uzun bir zincirine dönüşüyor. Her gün bir öncekini çağırıyor, her yıl bir öncekini taklit ediyor; zaman bir daire çiziyormuş gibi, hep aynı yollardan geçiyorsun. Bu döngünün ortasında, yaşadığımız coğrafya bile dar gelmeye başlıyor. Sıkıntının yalnızca mekândan değil, tekrarın kendi ağırlığından doğuyor.

Böyle anlarda, çaresizlik sessiz bir misafir gibi yanı başımızda. Sanki ilk defa hayata başlamışsın, ilkokulun ilk gününde olduğu gibi: “Ben şimdi ne yapacağım?” sorusu büyüyor, içinin ortasında yankılanıyor. Bir çocuk masumiyetinde ama bir yetişkin yalnızlığında kalakalıyorsun.

Belki de bu halin asıl öğretisi, aynı tekrarın içinde dahi yeni bir anlam arayabiliyor olmaktır.

16 Ağustos 2025

İçinde bulunduğumuz coğrafya, her geçen gün daha derin bir sosyal çürümeye teslim oluyor. İnsanların öfkesi, doğaya, hayvanlara ve en çok da kendi hemcinslerine zarar veriyor. Sabrın sınırlandığı, her anın hızla tüketildiği bir çağdayız; trafik ışıkları kırmızıdan sarıya, sarıdan yeşile geçerken beklenen o saniyelik sabrı bile kaybetmiş olanlar, önündekini itip geçmeyi küçük bir zafer gibi görenler, kahve almak için sıraya girerken bir adım önde olmayı kazanç sayanlar… Her hareket bir hesap, her bakış bir yarış.

Gülümsemek neredeyse suç, iyilik neredeyse masum bir hatıra. Kötülerin sesi yükseliyor, yalnızlık derinleşiyor ve en yakınımıza bile güven duygumuzu yitirmiş durumdayız. İnsan, kendi küçük kazançları uğruna empatiyi, sabrı ve insanlığı bir bir unuturken, medeniyet adına kocaman bir utançla yaşıyoruz bu topraklarda.

Şairin dediği gibi:
“Burası dünya yahu, burası bu kadar işte.” 

11 Ağustos 2025

-İnsan ilişkilerinde en çok nerede hata yapıyoruz?
Karnımızdan konuşuyoruz. Çünkü biz Şarklıyız.
Bu coğrafyanın bize böyle bir armağanı var.
Direkt konuşmayız; düşüncelerimizi yüzüne samimiyetle söylemekten imtina ederiz.
“Mış gibi” yaparız.
Ve bu mutlaka hem karşıdakine hem de bize zarar olarak döner.
Kimi zaman keder, kimi zaman travmatik bir biçimde… Yaralar yani.

Hâlâ kendimde yakaladığım pek çok şey var. Kendimde en çok şikâyet ettiğim konu, herhalde bu “karnımdan konuşma” meselesinden vazgeçememek. Ara sıra, varsayarak ve “zaten öyle olması lazım, değil mi?” diyerek hareket etmek kolay geliyor sanki.

09 Ağustos 2025

Hiçbi’ şeyden çekmedi dünyada nasırdan çektiği kadar.
Hatta,
Çirkin yaratıldığından bile o kadar müteessir değildi.
Kundurası vurmadığı zamanlarda anmazdı ama Allah'ın adını.
Günahkâr da sayılmazdı.
Yazık oldu Süleyman Efendi’ye.
Mesele falan değildi öyle,
“To be or not to be” kendisi için.
Bir akşam uyudu,
Uyanmıyıverdi.
Aldılar, götürdüler,
Yıkandı, namazı kılındı, gömüldü.
Duysalar öldüğünü alacaklılar,
Haklarını helal ederler elbet.
Alacağına gelince,
Alacağı yoktu zaten rahmetlinin.
Tüfeği depoya koydular,
Esvabını başkasına verdiler.
Artık ne torbasında ekmek kırıntısı,
Ne matarasında dudaklarının izi.
Öyle bir rüzgâr ki,
Kendi gitti.
İsmi bile kalmadı yadigâr.
Yalnız şu beyit kaldı kahve ocağında,
El yazısıyla:
“Ölüm Allah’ın emri,
Ayrılık olmasaydı.”

08 Ağustos 2025

“Festina lente” diye bir söz var, Latinceden geliyor: “Yavaş yavaş acele et.”
Aceleyle düşünüp hızlıca harekete geçmek, çoğu zaman insanı pişman edebilir. Oysa yavaş adımlar atmak, sonucunu kabullenmek ve o yolda emin ilerlemek bambaşka bir durum.

İnsanın hayatta bir hedefi olmalı. Ancak o hedefe koşarak değil, ufak ufak, sindire sindire gitmeli. Zira hızlı kararlar bazen öyle bir duvara çarptırır ki, toparlanman uzun sürebilir.
Uzun vadede, amacına doğru yavaş ama kararlı yürürsen, bir gün mutlaka varırsın.
Belki de hayatın kendisi, o hedefi aramakla geçiyor. Ama bulduğunda, geriye dönüp baktığında her adımın ne kadar anlamlı olduğunu fark ediyorsun.

Hız bizi varış noktasına götürür; sabır ise orada kalmamızı sağlar.



06 Ağustos 2025

Bizde bir şey var…
Bilemedik mi geçemiyoruz. “Dur bakayım bunda bir hikmet vardır” diye diye, cevabı bulamasak da kendimize bir anlam çıkarmaya çalışıyoruz.
Boş bırakmıyoruz yani.
Soru orada öylece kalınca içimiz rahat etmiyor. Çünkü bazen cevabı bilmekten çok, “Niye bunu yaşıyorum?”u anlamak istiyoruz.
O yüzden de her yara bir öğretmen, her boşluk bir arayış bizde.
Ama şunu yeni yeni fark ediyorum: Kenara çekilmek de bir bilgelik. Her şeyin içine koşarak dalmamak, her yanıtın peşinden nefessiz gitmemek.
Bazen durmak, bir adım geri çekilmek… İşte o zaman zamanın o hırpalayan tarafı da seni ıskalamaya başlıyor. Çünkü sürekli içinde olunca zaman da seni yoğuruyor, yontuyor, harcıyor. Ama kenarda durunca… Bi’ nefes alıyorsun. Bi’ sakinlik geliyor.
Ve anlıyorsun: Her şeyi anlamak zorunda değilsin.
Bazı şeyler sessizce geçip gitsin. Bazen de “anlamadım ama tamam” diyebilmek lazım.
Zaten en son, anlam dediğin şey de gelip seni buluyor bir şekilde.
Çok da kasmaya gerek yokmuş meğer.

04 Ağustos 2025

Sözler keskinleştiğinde, en çok sevdiğimizin kalbine nişan alırız. Çünkü onun en kırılgan, en savunmasız yerlerini en iyi biz biliriz. Ne yazık ki, bu bilgi çoğu zaman şefkat için değil, en derin yaraları açmak için kullanılır. O anlarda, en değerli özelliklerimiz bile değersizleşir, en kıymetli yanlarımız bile acı vermek için araç olur. Bir anlık üstünlük uğruna, yıllarca kapanmayacak yaralar açarız. Çünkü bazen kazanmak, aslında kaybetmektir. İlişki bir savaş meydanı değil, iyileşmenin alanıdır. Kelimelerimiz ya yıkar, ya da onarır.
Seçim bizim. Kırmak mı, onarmak mı? 



21 Temmuz 2025

Ormanda bir ağaç yanmaya başladığında, diğerleri de bu durumu hissedermiş. Sesle değil, dumanla değil; kökleriyle, yeraltındaki görünmeyen ağlarla... Tehlikeyi hisseder ve birbirini uyarırlarmış. Sessiz bir dayanışmadır bu. Gövdesi ayrı olan canlıların, ruhu bir olan birliği…
Ağaçlar, bizden daha az teknolojiye sahip aslında. Ama bizden daha çok bağlılar birbirlerine. Çünkü onlar ayrı olmadıklarını bilirler. Komşu ağacın yanışı, kendi sonlarının habercisidir. Bu yüzden bir ağaç yanarken, diğerleri susmaz; savunmaya geçer. Orman olmak bunu gerektirir.

İnsan ise her geçen gün daha çok konuşup, daha az anlamaya başlıyor. Bağlantı kurmanın bu kadar kolay olduğu bir çağda, bağ kurmak bu kadar zor. Ekranlar var, kulaklıklar var, platformlar, uygulamalar, hatta yapay zekalar… Ama ne yazık ki ne köklerimiz kaldı ne de toprağımız. Betonun üstünde, birbirine değmeden yaşıyor insan. Yanı başında bir hayat yanarken, gözünü başka bir yere çeviriyor. Acıya dokunmuyor; çünkü artık acı bulaşıcı değil, yalnızca rahatsız edici bir bildirim sesi gibi.

Oysa biz de bir ormandık bir zamanlar. Birbirimizin gözünün içine baktığımızda, kendi içimizi görürdük. Şimdi bakmıyoruz bile. Herkes kendi yangınıyla baş başa kalmış, ama kimse kökleriyle konuşmuyor.
Belki de yeniden öğrenmemiz gereken şey teknoloji değil, toprağın dili. Köklerin nasıl dokunduğunu, bir acının nasıl paylaşıldığını, susarak da nasıl konuşulabildiğini hatırlamak gerek. Çünkü gerçek iletişim sessizlikte başlar. Ve bir orman, ancak ağaçları birbirine ses olmaya devam ederse yaşar.
Belki de insanlık da ancak o zaman kurtulabilir:
Kendi köklerine döndüğümüzde.