Ormanda bir ağaç yanmaya başladığında, diğerleri de bu durumu hissedermiş. Sesle değil, dumanla değil; kökleriyle, yeraltındaki görünmeyen ağlarla... Tehlikeyi hisseder ve birbirini uyarırlarmış. Sessiz bir dayanışmadır bu. Gövdesi ayrı olan canlıların, ruhu bir olan birliği…
Ağaçlar, bizden daha az teknolojiye sahip aslında. Ama bizden daha çok bağlılar birbirlerine. Çünkü onlar ayrı olmadıklarını bilirler. Komşu ağacın yanışı, kendi sonlarının habercisidir. Bu yüzden bir ağaç yanarken, diğerleri susmaz; savunmaya geçer. Orman olmak bunu gerektirir.
İnsan ise her geçen gün daha çok konuşup, daha az anlamaya başlıyor. Bağlantı kurmanın bu kadar kolay olduğu bir çağda, bağ kurmak bu kadar zor. Ekranlar var, kulaklıklar var, platformlar, uygulamalar, hatta yapay zekalar… Ama ne yazık ki ne köklerimiz kaldı ne de toprağımız. Betonun üstünde, birbirine değmeden yaşıyor insan. Yanı başında bir hayat yanarken, gözünü başka bir yere çeviriyor. Acıya dokunmuyor; çünkü artık acı bulaşıcı değil, yalnızca rahatsız edici bir bildirim sesi gibi.
Oysa biz de bir ormandık bir zamanlar. Birbirimizin gözünün içine baktığımızda, kendi içimizi görürdük. Şimdi bakmıyoruz bile. Herkes kendi yangınıyla baş başa kalmış, ama kimse kökleriyle konuşmuyor.
Belki de yeniden öğrenmemiz gereken şey teknoloji değil, toprağın dili. Köklerin nasıl dokunduğunu, bir acının nasıl paylaşıldığını, susarak da nasıl konuşulabildiğini hatırlamak gerek. Çünkü gerçek iletişim sessizlikte başlar. Ve bir orman, ancak ağaçları birbirine ses olmaya devam ederse yaşar.
Belki de insanlık da ancak o zaman kurtulabilir:
Kendi köklerine döndüğümüzde.